Çocukluğumuzda okuduğumuz tüm masallarda hep bir beyaz atlı prens vardır atının yelesini savura savura gelerek esas kızı kurtaran. Çocukluğum boyunca masalları çok sevdim. Bin Bir Gece Masalları'ndan Pamuk Prenses'e dek neredeyse tüm masalları okudum.
Masallar hayal dünyamın gelişmesinde önemli bir rol oynadı ama o beyaz atlı prens hep aklımın bir köşesinde kaldı. Günümüz için beyaz atlı prens pek de havalı bir figür olmadığından ben hep Beyaz Porsche'li Prens'in hayalini kurdum. Elbet bir gün tanışacaktım, ne de olsa umut fakirin ekmeğiydi.
Bundan 3-5 sene evvel baharın yaza yüzünü döndüğü günlerden birinde GAYROMEO'dan bir mesaj geldi. Benimle tanışmak ve görüşmek istiyormuş falan filan. Bildiğimiz tipik ilk mesajlardan biriydi. Hemen mesajı gönderen kişinin profiline girdim ve okumaya başladım. 40'lı yaşlarda, uzun boylu, pek çok yabancı dil bilen, iyi eğitimli olduğu anlaşılan biriydi. Her şey güzel görünüyordu ama en önemli şey eksikti profilinde: fotoğrafı!
Kibarca fotoğrafı olmayan insanlarla tanışmadığımı, eğer özel bir durumu varsa bir sonraki mesajına fotoğrafını ekleyebileceğini vs yazdım. Çok geçmeden cevap geldi: Fotoğraf konusunda çok hassasmış ama istersem istediğim bir yerde bir şeyler içebilirmişiz. "Bak şu kendini beğenmişe" dedim içimden ve böyle bir şeyin mümkün olmadığını, eğer gerçekten tanışmak istiyorsa bana en azından yüzünün belli olduğu bir fotoğrafı göndermesi gerektiğini yazdım. Saat geç olmuştu, ertesi gün iş vardı. Mesajı gönderip uykuya daldım.
Ertesi akşam mesajlarımı kontrol ederken ondan gelmiş 3 mesaj gördüm. Mesajların hepsinde de aynı şey yazıyordu. Bana telefon numarasını vermiş, konuşursak hak vereceğimden söz etmiş. Hadi bi şans verelim deyip gizli numaradan aradım. Telefonu açan adam kim olduğumu anlayamadı ve hangi dilde olduğunu anlamadığım bir şeyler söyleyip telefonu yüzüme kapattı.
Bozulmuştum... Hem telefon numaranı vereceksin, hem de dinlemeden yüzüme telefonu kapatacaksın! O sinirle hemen GAYROMEO'dan bir mesaj döşedim. Çok zaman geçmeden cevap geldi. Gizli numara olduğu için tanıyamamış, mesaj yazıp haber vermediğim için başka biri sanmış beni. Tabi ki bu mesaj sinirimin geçmesine yetmedi. Bilgisayarı kapattım, güzel bir film açtım ve ayaklarımı uzatıp filmin keyfini çıkarttım.
Film bittiğinde saat geç olmuştu. Yatmadan önce tüm maillerimi kontrol ettim, tam bilgisayarı kapatacağım ROMEO'nun internet tarayıcımın bir sekmesinde açık kaldığını fark ettim. Bir kaç tane mesaj gelmişti. Kimdenmiş diye hemen merakla kontrol ettim. Bir kaç abazandan "hadi sevişelim" mesajı ve bizim fotoğrafsız ısrarcı arkadaştan 2 mesaj!
Israrla yeniden aramamı söylüyordu. Ben de iyi bari biraz eğlenelim diyerek yeniden numaramı gizleyerek aradım. Bu kez direkt tanıdı ve sıcak bir şekilde açtı telefonu. Konuştukça aradığım kişinin bir Türk olmadığını anladım. Çünkü Türkçe konuşurken ciddi anlamda zorlanıyordu. Yabancı olup olmadığını sordum, yabancı olduğunu kabul etti ama nereli olduğunu söylemedi. İngilizce konuşmak isterse benim için sorun olmadığını söyledim ve sohbete İngilizce olarak devam ettik. İngilizcesi çok komik ve aksanlıydı. Komik olmasının sebebi aksanından kaynaklanmıyordu. Cümleye İngilizce başlıyor, başka bir dilde devam edip Türkçe bitiriyordu. Bu sebeple söylediklerinin çoğunu tekrar ettirip anlayabiliyordum.
2 saatten uzun süre konuştuk. Fotoğraf ya da görüntülü sohbet olayı konusunda inanılmaz inatçı biriydi. Sebep olarak tanınmış biri olduğundan söz ediyordu ve bir riske girmek istemiyormuş. Ertesi gün için benden bir randevu koparmaya çalıştı ama O ne kadar inatçıysa ben de en az O'nun kadar inatçıydım. Benden randevu koparamadı ama telefon numaramı almayı başardı.
O geceyi takip 3-4 gün boyunca her gece telefonda 1-2 saat konuştuk. Beni ciddi anlamda güldürüyordu. O'nunla konuşmak sanki bir gülme terapisi gibi geliyordu bana. Sonunda buluşma konusunda beni ikna etti. Ama bir kaç itirafta bulunması gerekiyordu. Kendisinin tanınmış bir kişi olduğunu ve çok varlıklı olduğunu söyledi. "Bu senin sorunun, benim değil!" dedim gülerek. "En azından içtiğin kahveyi ısmarlamak zorunda kalmam" diye ekledim, gülüştük.
Randevu günü gelip çatmıştı. Randevu saatinden 3-4 saat önce beni aradı. "Yine ne oldu?" diyerek açtım telefonu. Beraber yemek yiyecektik ama öncesinde evinde bir şeyler içmeye davet ediyordu. İş yerinde olduğum için rahat konuşamıyordum ve "peki, öyle olsun" dedim. Bana evinin adresini falan da vermemişti. Dışarıda bir yerde buluşacaktık önce. Nitekim öyle de oldu. Ben buluşacağımız yere gittim ve beklemeye başladım. Buluşma saati gelmiş olmasına rağmen ortada kimse yoktu. Telefon açıp bunun hiç hoş olmadığından söz ettim. "Biri geliyor seni almaya, birazdan orada olur" dedi. İçime bir kurt düştü. Acaba başıma kötü bir olay mı gelecekti?
İçimden bir ses "Bas git" derken, diğer ses de "buraya yüzünü bile görmediğin bir adamla buluşmaya gelerek zaten riski göze aldın, bekle biraz daha" diyordu. Ben ne yapsam diye düşünürken Hintli bir adam geldi yanıma ve İngilizce konuşarak merhabalaştı benimle. Beni eve götüreceğini söyledi. Adamın peşine takıldım ve yürümeye başladık. 1-2 dakika sonra bir villanın önüne geldik. Önünde polis kulübesi vardı ve villanın üzerinde binanın bir ülkenin konsolosluğuna ait olduğuna bir tabela vardı. Takip ettiğim adam polise selam verdi ve polis otopark kapısını açtı. Biz içeri girdik. İçeride iki tane lüks marka araç vardı. Otopark'ın içindeki merdivenden yukarı kata çıktık. Merdiven bir bahçeye açılıyordu. Gayet bakımlı bir bahçeydi ve bahçenin sonunda uzun boylu, esmer, zayıfça bir adam beni bekliyordu. Son 5-6 gecedir telefonla konuştuğum zat-ı muhterem nihayetinde karşımdaydı.
Beni eve getiren adam "beyefendi sizi bekliyor" dedi, gözleriyle işaret ederek gizemli yabancıyı gösterdi ve yanımdan ayrıldı. Bu gizemli yabancıya doğru yürürken bir yandan da göz ucuyla süzüyordum. Ne kadar lüks marka varsa üzerindeydi. Kıyafetinin her parçasında markalar yazıyordu. Kocaman Hermes bir kemer, üzerinde yine markanın logosunun bulunduğu Louis Vuitton ayakkabılar ve gömlek, Armani pantolon... Adamın yüzünden önce kıyafetleri göze çarpıyordu. Marka giyinmenin dibine vurmuş, kendini yürüyen bir reklam panosuna çevirmişti.
Gizemli yabancının yanına geldiğimde el sıkışıp merhabalaştık. Gülerek bana "şimdi artık tanıyorsun beni" dedi ve kendinden söz etmeye başladı. Orta Doğu'da petrol zengini bir ülkenin İstanbul Başkonsolosuydu. Veliaht Prenslerden biriymiş. Emir öldüğü zaman yerine geçebilecek sınırla sayıdaki kişilerdenmiş. Tüm kibiriyle anlattı bana Emir olma prosedürünü. Sonra evi gezdirdi. Gerçekten son derece zarif döşenmiş 3 katlı bir villaydı burası.
Bir şeyler içip sohbet ettik kısa bir süre. Allah'tan prens istedim gönderdi ama tek bir eksikle, dedim ve ekledim: Beyaz Porsche'li bir Prens dilemiştim, neyse seni de böyle kabul edeceğiz. Bunu söylememle birlikte kahkaha krizine girdi. Yanında çalışanlara Arapça bir şeyler söyleyerek gülüyor, gözlerinden yaşlar geliyordu. Elimden tuttu, beni bahçeye sürükledi. Bir yandan yürüyoruz, bir yandan da gülmeye devam ediyordu. Evin ön bahçesine geldik ve ilerideki arabaları işaret ederek "Duan eksik değil tam olarak kabul oldu" dedi. Ne diyor bu adam, manyaklaştı herhalde diye düşünürken ilerideki beyaz Porsche'yi gördüm ve ben de gülmeye başladım. Ben güldükçe o gülüyor, o güldükçe ben gülüyordum. Muhtemelen 10 dakika kadar gülmüşüzdür.
Güldüğüm şey aslında adamın Beyaz bir Porsche'sinin olması değildi, komik olan şey hayallerimdeki prens batı Avrupa ülkelerindendi. Yani ben hep Danimarka, Hollanda, Galler prensi bekliyordum. En azından İspanya Kralı falan çıkar karşıma diye kurarken Arap bir prens çıkmıştı karşıma. Evet, Beyaz Porsche'si de vardı ama kahretsin tipim değildi!
Madem dileğim kabul olmuştu, sonuna dek tadını çıkarmak lazımdı. Ben, Prens ve onun koruması beraber yemeğe çıktık. Koruma son derece yakışıklı bir adamdı. Yemek yiyeceğimiz yere giderken "ah şu koruma olaydı ya prens" diye geçirdim içimden hep.
Lüks semtlerimizden birinde bulunan lüks bir İtalyan restoranına gittik. Orada da gözlerimizden yaşlar gelene dek güldük. Ben sevgili prensimden elektrik alamadığım için direkt kanki olayına giriştim ve son derece rahat davrandım. Anladığım kadarıyla buluştuğu kişilerin gözleri para pul ve ünvan ile kamaşıyor, kendilerini prensimize beğendirmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Ben ise lise arkadaşım gibi konuşuyordum zat-ı muhteremle :)
Cümlelerimin sonuna "şeyhim" diye eklemeliymişim. Bunu duyduğumda gülmekten kırıldım. Hadi oradan, dedim. Burada senin şeyhliğin de prensliğin de işlemez, Cumhuriyet rejimine hoşgeldin diye ekledim. Şaşırdı, daha önce sanırım hiç böyle bir tepki almamıştı. Şaşkınlığının ardından benim hakaret niyetiyle söylemediğimi anladı ve gülmeye başladık yine.
Bizimki parayla, malla mülkle hava atmaya başladı. "Aman sus sus, parayla saadet olmaz" dedim. Kahkaha atarak "Bunu da hep fakirler söyler. Bana bir tane bile çok varlıklı adam gösteremezsin bunu söyleyen" dedi. Düşündüm... herif doğru söylüyordu. 5-10 dakika dalga geçti benimle bu konuda.
"Fotoğrafını göndermiyorsun çünkü ülkende gay olmak yasak. Emir duyarsa alır kelleni" dedim. Güldü yine. "Emir zaten biliyor beni" dedi. Şaşırdım!!! İslamî yasalara göre yönetilen bir ülkenin başındaki kişi bildiğin gayfriendly biriydi. İstanbul'dan sonra Barselona ya da Amsterdam konsolosluğuna atanacakmış. Gay hayatı yaşaması Emir'i hiç rahatsız etmiyormuş. "Peki ya ülkendeki sıradan vatandaşlar için durum nasıl?" dedim ve ekledim "Onlar da senin gibi cinselliklerini rahatlıkla yaşayabiliyorlar mı?" Hemen savunmaya geçti, aman efendim onların durumu farklıymış da onlar da gizlice yaşasınlarmış.
Onunla konuşurken gerçek anlamda bencilliğin ne demek olduğunu anladım. Ciddi manada diğer insanların onun bir nevi kölesi olduğunu düşünüyor. Bana asla kabul edilemez gelse de O'nun o devasa egosuyla konuşması beni çok güldürdü.
Gece boyu müstehcen şakalar yaptı bana. Hatta çoğunu yüksek sesle yaptığından tüm restoran bizim şakalara istemeden kulak misafiri oldu. Masada prensin koruması da bizimleydi. O da esprilere gülüyor, zaman zaman yorumlara bulunuyordu. "Baksana bu kendini dünyanın sahibi sanıyor. Sana asılmıyor mu bu?" diye sordum. "Yok canım, daha neler" dedi ve ekledi: "Öyle bir şey yapsa basar istifayı giderim!". Koruma böyle söylüyordu ama parmağındaki kocaman pırlanta yüzüğü ve pahalı İtalyan takım elbisesini prensin hediye ettiği çok belliydi. Sevgili prensimizin yediği her naneyi biliyormuş bizim koruma. Yakışıklı koruma bana döndü ve Türkçe ve biraz sessiz "Ne yaptın bu adama? Ben her buluşmasında yanındayımdır. Bildiğin ciddi bir adamdır, pek espri yapmaz normalde." dedi. Benim prensten elektrik almadığımı prens de anlamış olmalı ki O da bana karşı kanki muamelesi yapıyordu.
Geceyi gülerek hatta kahkaha atarak geçirdik. Restorandan ayrıldık, sahil yolundan Beşiktaş'a doğru ilerlemeye başladık. Beni eve bırakmak istedi. Gerek yok, dedim ve Beşiktaş'ta vedalaşarak araçtan indim. Eve geldiğimde gülmekten ne kadar yorulduysam hemen uyudum.
O gecenin ardından bir kaç kez daha telefonda konuştuk ve bir daha görüşmedik. Bugün bile o geceyi düşündükçe gülüyorum.
O geceden sonra bir daha genel isteklerde bulunmadım Allah'tan. Çünkü ben Beyaz Porsche'li bir prensle tanışmak istemiştim ve dileğim gerçekleşmişti. Oysa Batı Avrupa ülkelerinden birinin prensiyle tanışıp evlenmek ve sonsuza dek mutlu yaşamak istiyorum deseydim şimdi beni bu blogdan değil Kraliyet web sitesinden takip ediyor olurdunuz :)
Kıssadan hisse: Bir şey dilerken iki kez düşün. Dikkat et, dileklerin gerçekleşebilir!
GEÇ GELEN NOT: Yazı kurgu değildir. Yazılan her şey bizzat yaşanmıştır.
İçimden bir ses "Bas git" derken, diğer ses de "buraya yüzünü bile görmediğin bir adamla buluşmaya gelerek zaten riski göze aldın, bekle biraz daha" diyordu. Ben ne yapsam diye düşünürken Hintli bir adam geldi yanıma ve İngilizce konuşarak merhabalaştı benimle. Beni eve götüreceğini söyledi. Adamın peşine takıldım ve yürümeye başladık. 1-2 dakika sonra bir villanın önüne geldik. Önünde polis kulübesi vardı ve villanın üzerinde binanın bir ülkenin konsolosluğuna ait olduğuna bir tabela vardı. Takip ettiğim adam polise selam verdi ve polis otopark kapısını açtı. Biz içeri girdik. İçeride iki tane lüks marka araç vardı. Otopark'ın içindeki merdivenden yukarı kata çıktık. Merdiven bir bahçeye açılıyordu. Gayet bakımlı bir bahçeydi ve bahçenin sonunda uzun boylu, esmer, zayıfça bir adam beni bekliyordu. Son 5-6 gecedir telefonla konuştuğum zat-ı muhterem nihayetinde karşımdaydı.
Beni eve getiren adam "beyefendi sizi bekliyor" dedi, gözleriyle işaret ederek gizemli yabancıyı gösterdi ve yanımdan ayrıldı. Bu gizemli yabancıya doğru yürürken bir yandan da göz ucuyla süzüyordum. Ne kadar lüks marka varsa üzerindeydi. Kıyafetinin her parçasında markalar yazıyordu. Kocaman Hermes bir kemer, üzerinde yine markanın logosunun bulunduğu Louis Vuitton ayakkabılar ve gömlek, Armani pantolon... Adamın yüzünden önce kıyafetleri göze çarpıyordu. Marka giyinmenin dibine vurmuş, kendini yürüyen bir reklam panosuna çevirmişti.
Gizemli yabancının yanına geldiğimde el sıkışıp merhabalaştık. Gülerek bana "şimdi artık tanıyorsun beni" dedi ve kendinden söz etmeye başladı. Orta Doğu'da petrol zengini bir ülkenin İstanbul Başkonsolosuydu. Veliaht Prenslerden biriymiş. Emir öldüğü zaman yerine geçebilecek sınırla sayıdaki kişilerdenmiş. Tüm kibiriyle anlattı bana Emir olma prosedürünü. Sonra evi gezdirdi. Gerçekten son derece zarif döşenmiş 3 katlı bir villaydı burası.
Bir şeyler içip sohbet ettik kısa bir süre. Allah'tan prens istedim gönderdi ama tek bir eksikle, dedim ve ekledim: Beyaz Porsche'li bir Prens dilemiştim, neyse seni de böyle kabul edeceğiz. Bunu söylememle birlikte kahkaha krizine girdi. Yanında çalışanlara Arapça bir şeyler söyleyerek gülüyor, gözlerinden yaşlar geliyordu. Elimden tuttu, beni bahçeye sürükledi. Bir yandan yürüyoruz, bir yandan da gülmeye devam ediyordu. Evin ön bahçesine geldik ve ilerideki arabaları işaret ederek "Duan eksik değil tam olarak kabul oldu" dedi. Ne diyor bu adam, manyaklaştı herhalde diye düşünürken ilerideki beyaz Porsche'yi gördüm ve ben de gülmeye başladım. Ben güldükçe o gülüyor, o güldükçe ben gülüyordum. Muhtemelen 10 dakika kadar gülmüşüzdür.
Güldüğüm şey aslında adamın Beyaz bir Porsche'sinin olması değildi, komik olan şey hayallerimdeki prens batı Avrupa ülkelerindendi. Yani ben hep Danimarka, Hollanda, Galler prensi bekliyordum. En azından İspanya Kralı falan çıkar karşıma diye kurarken Arap bir prens çıkmıştı karşıma. Evet, Beyaz Porsche'si de vardı ama kahretsin tipim değildi!
Madem dileğim kabul olmuştu, sonuna dek tadını çıkarmak lazımdı. Ben, Prens ve onun koruması beraber yemeğe çıktık. Koruma son derece yakışıklı bir adamdı. Yemek yiyeceğimiz yere giderken "ah şu koruma olaydı ya prens" diye geçirdim içimden hep.
Lüks semtlerimizden birinde bulunan lüks bir İtalyan restoranına gittik. Orada da gözlerimizden yaşlar gelene dek güldük. Ben sevgili prensimden elektrik alamadığım için direkt kanki olayına giriştim ve son derece rahat davrandım. Anladığım kadarıyla buluştuğu kişilerin gözleri para pul ve ünvan ile kamaşıyor, kendilerini prensimize beğendirmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Ben ise lise arkadaşım gibi konuşuyordum zat-ı muhteremle :)
Cümlelerimin sonuna "şeyhim" diye eklemeliymişim. Bunu duyduğumda gülmekten kırıldım. Hadi oradan, dedim. Burada senin şeyhliğin de prensliğin de işlemez, Cumhuriyet rejimine hoşgeldin diye ekledim. Şaşırdı, daha önce sanırım hiç böyle bir tepki almamıştı. Şaşkınlığının ardından benim hakaret niyetiyle söylemediğimi anladı ve gülmeye başladık yine.
Bizimki parayla, malla mülkle hava atmaya başladı. "Aman sus sus, parayla saadet olmaz" dedim. Kahkaha atarak "Bunu da hep fakirler söyler. Bana bir tane bile çok varlıklı adam gösteremezsin bunu söyleyen" dedi. Düşündüm... herif doğru söylüyordu. 5-10 dakika dalga geçti benimle bu konuda.
"Fotoğrafını göndermiyorsun çünkü ülkende gay olmak yasak. Emir duyarsa alır kelleni" dedim. Güldü yine. "Emir zaten biliyor beni" dedi. Şaşırdım!!! İslamî yasalara göre yönetilen bir ülkenin başındaki kişi bildiğin gayfriendly biriydi. İstanbul'dan sonra Barselona ya da Amsterdam konsolosluğuna atanacakmış. Gay hayatı yaşaması Emir'i hiç rahatsız etmiyormuş. "Peki ya ülkendeki sıradan vatandaşlar için durum nasıl?" dedim ve ekledim "Onlar da senin gibi cinselliklerini rahatlıkla yaşayabiliyorlar mı?" Hemen savunmaya geçti, aman efendim onların durumu farklıymış da onlar da gizlice yaşasınlarmış.
Onunla konuşurken gerçek anlamda bencilliğin ne demek olduğunu anladım. Ciddi manada diğer insanların onun bir nevi kölesi olduğunu düşünüyor. Bana asla kabul edilemez gelse de O'nun o devasa egosuyla konuşması beni çok güldürdü.
Gece boyu müstehcen şakalar yaptı bana. Hatta çoğunu yüksek sesle yaptığından tüm restoran bizim şakalara istemeden kulak misafiri oldu. Masada prensin koruması da bizimleydi. O da esprilere gülüyor, zaman zaman yorumlara bulunuyordu. "Baksana bu kendini dünyanın sahibi sanıyor. Sana asılmıyor mu bu?" diye sordum. "Yok canım, daha neler" dedi ve ekledi: "Öyle bir şey yapsa basar istifayı giderim!". Koruma böyle söylüyordu ama parmağındaki kocaman pırlanta yüzüğü ve pahalı İtalyan takım elbisesini prensin hediye ettiği çok belliydi. Sevgili prensimizin yediği her naneyi biliyormuş bizim koruma. Yakışıklı koruma bana döndü ve Türkçe ve biraz sessiz "Ne yaptın bu adama? Ben her buluşmasında yanındayımdır. Bildiğin ciddi bir adamdır, pek espri yapmaz normalde." dedi. Benim prensten elektrik almadığımı prens de anlamış olmalı ki O da bana karşı kanki muamelesi yapıyordu.
Geceyi gülerek hatta kahkaha atarak geçirdik. Restorandan ayrıldık, sahil yolundan Beşiktaş'a doğru ilerlemeye başladık. Beni eve bırakmak istedi. Gerek yok, dedim ve Beşiktaş'ta vedalaşarak araçtan indim. Eve geldiğimde gülmekten ne kadar yorulduysam hemen uyudum.
O gecenin ardından bir kaç kez daha telefonda konuştuk ve bir daha görüşmedik. Bugün bile o geceyi düşündükçe gülüyorum.
O geceden sonra bir daha genel isteklerde bulunmadım Allah'tan. Çünkü ben Beyaz Porsche'li bir prensle tanışmak istemiştim ve dileğim gerçekleşmişti. Oysa Batı Avrupa ülkelerinden birinin prensiyle tanışıp evlenmek ve sonsuza dek mutlu yaşamak istiyorum deseydim şimdi beni bu blogdan değil Kraliyet web sitesinden takip ediyor olurdunuz :)
Kıssadan hisse: Bir şey dilerken iki kez düşün. Dikkat et, dileklerin gerçekleşebilir!
GEÇ GELEN NOT: Yazı kurgu değildir. Yazılan her şey bizzat yaşanmıştır.